Suyun kenarında edilen bir ‘dua’ ile başlamıştı herşey…
Ama öncesi de vardı. Tekrar hapse girmemek ve daha fazla zulüm görmemek için yola çıkmıştı. Artık o bir ‘yolcu’ idi. Yol nereye varacaktı, nelerle karşılaşacaktı, hiç bilmiyordu. Bildiği tek şey ise “keşke daha önce çıksaydım” düşüncesiydi. Bu duygu ve düşüncelerle yola çıkmıştı evden ayrılırken ama şimdi‘can yoldaşı’ haricindetanımadığı adamlarla yol aldığı araçta hiç bir şey hissetmiyordu, ta ki “haydi, inin” komutu gelinceye kadar. Hayatta kalma iç güdüsü ile araçtan nasıl indiğini, eşyalarını bagajdan kapıp nasıl yola koyulduğunu o da anlamamıştı. Artık hiç birşey hissetmiyordu.
Yarım saat sonra suyun kenarına vardıklarında ise hava henüz aydınlanmamıştı bile. Girip saklandıkları üstü kapalı su kanalı ise epey karanlıktı. Ayrılmak içi yola koyulduğu ülkesi de malesef kapkaranlık bir yer olmuştu. Zaten bundan dolayı mecbur kalmışlardı hicret etmeye…Üç saatten fazla beklemişlerdi o karanlık yerde. Hava aydınlanmıştı ama bulundukları ortamın kasveti ve karanlığı belki de daha çok artmıştı. Suyu geçecekleri tekne ortada yoktu. Oysa ki, suyun kenarına ilk geldiklerinde az biraz ötede duruyordu. Belli ki, onları geçirecek kişiyi beklerken bazı Suriyeli mülteciler yanlarında getirdikleri kürekler, hatta ağaç dalları yardımıyla ve de can havliyle tekneyi kullanıp karşıya geçmişlerdi. Şimdi ‘yolcu’ ve yol arkadaşları bu tarafta iken tekne karşı kıyıda onları bekliyordu; “Ben geçtim siz nerde kaldınız” der gibi…
Teknenin yerinde olmadığı haberiyle daha da karamsar olan yolcular, gelecek olan botla geçeceklerini duyunca pek de sevinememişlerdi. Onca kişi, bir bota nasıl sığardı? Herkes bu düşünceler içindeyken, ‘yolcu’ ise artık sabrının sonuna gelmişti. Titriyordu… Evet, sağ ayağı istemsiz şekilde titriyordu. Oysa ki içine içlik giyinmiş ve tedbirli gelmişti, soğuk havada üşümemek için. Ama bu, öylesi bir titreme değildi. Suyun kenarına gelirken geçtikleri derede sağ ayağı diz kapağına kadar suyun içine girip ıslanmıştı lakin onu titreten bu değildi.
Soğuktan değil de beklemekten, karamsarlıktan, korku ve endişeden titreyen ‘yolcu’, irtibatta olduğu arkadaşının tavsiyesiyle cebinden çıkardığı cep sobalarını bir bir yapıştırdı titreyen eline ve ayağına. Hatta, sonuncusunu ense köküne koymuştu ki, titremesi azalıp geçmişti. Fakat bekleyişlerinin dördüncü saatine yaklaşırken titremesi de tekrar başlamıştı. İşte tam da o esnada dua dua yalvardı Allah’a: “Ya Rabbi, eğer buradan çıkıp başka bir ülkeye gidip orada Senin rızanı kazanacak şekilde yaşayacaksak, başka insanların Seni tanımasına ve hidayetlerine vesile olacaksak, Peygamberimizi anlatma fırsatımız olacaksa, kısacası Senin davana çorbada tuz kadar katkımız olacaksa, bizi buradan kurtar. Aksi halde asker, jandarma gelip bizi bulsun ve bitsin bu işkence”…
Bu duayı samimi şekilde eden ‘yolcu’ artık o kadar bunalmıştı ki, yakalanıp fiziki işkence görmeyi, hakaret işitmeyi ve hakkında verilen hüküm gereği 6 yıldan fazla yatarı olan cezasını cezaevinde çekmeye razı idi. Yeter ki şu bekleme işkencesi biran önce bitsin, ne olacaksa olsun artık diye düşünüyordu. Oysa ki, ‘zamanın çıldırtıcılığına karşı sabredeceksiniz’ diyen bir sevdikleri vardı. Hızlıca aklından bunları geçiren ‘yolcu’; “Acaba şimdi, şu anda Büyüğümüz ne yapıyordur? Saat farkını gözetirsek, belki de şu anda teheccüt kılıyordur, ya da gözyaşıyla seccadesini ıslatıyordur. Ya Rabbi, haberdar et onu, sıkıntımızı bildir” diye aklından geçirmişti. Anlaşılan, Allah onları suyun kenarında bir müddet bekletmiş ve tam kıvama geldikleri, duaya durdukları, O’ndan en güzel olanı istedikleri veAllah dostlarını andıkları an, yani hicret şuuruna ulaşıp içten ve samimi dualara durdukları zaman sudan geçişi nasip etmişti.
Daha duası bitmemiş ve düşünceleri netleşmemişti ki, dışarıdan bir ses geldi: “Hoov, haydi gelin be ya…” En geride olan ‘yolcu’ herkesten önce davranmış ve en önde çıkmıştı su kanalının kapalı kısmından. Ama ağır cüssesiyle bir türlü çıkamıyordu kanalın açık kısmından. Ayağını koyacak bir boşluk bulmak için beton duvarlara birkaç kez sertçe vurdu botuyla ama nafile. Botun kalın ucu sığmıyordu hiçbir deliğe. Nitekim bu sert darbeler nedeniyle ileride ayak parmaklarındanbirisi sararıp moraracak, sonra da kararacak ve bir Yunan adası ziyareti (!) dönüşü o parmak tırnağı düşecekti.
Bereket ki, birisi yan taraftan tırmanıp kanaldan çıkmış ve elini uzatıp yolcuyu yukarı çekmişti. Yukarı çıkınca durur mu bizim ‘yolcu’? Çantasını sırtına atıp en önde koşmuştu yine. Onlara seslenen gözcü ise işgüzar şekilde soruvermişti: “Memleket neresi kızanlar?” O andaki duygu karmaşasının etkisiyle olsa gerek, “Ne yapacaksın amca? Çetele mi tutuyorsun? Şuralıyım işte” diye çıkışıvermiş ve nereli olduğun söylemişti‘yolcu’. Kendi ülkesindeki son kelamı bu olmuştu yolcunun; “şuralıyım”. Gerçekten, nereliydi? Kendisi de bilemiyordu.
Bindikleri ise bot değil, tekneydi. Meğersem botu şişirip karşıya geçen kaçakçılar, motorunu taktıkları tekneyle birlikte botu da alıp getirmişlerdi. Teknede giderken bu detayı fark eden ‘yolcu’, “Helal olsun adamlara” diye düşünüp takdir etmişti kaçakçıları. Kısa süren suyu geçiş faslından sonra ise artık inisiyatifi ele almıştı. Tampon bölgede kısa süre dinlenip etrafı dinlemiş, tekneyi izinsiz kullanan mültecilerin terkettikleri kürekleri ve diğer eşyaları teşhis etmişti. Demek ki doğru yoldayız deyip kimsenin olmadığından emin olduktan sonra hızlıca en öne düşerek kılavuzluk etmişti. Çalılıkları, yere yıkılmış ağaçların dallarını, küçük su arklarını ve daha birçok engeli bir bir aşan ‘yolcu’, en önde hızlıca yol gösteriyordu gruba, bir elinde telefonuyla yön tayin ederken. Suyun gerisindeki içi boş su kanalında titreyen, endişe eden ve korkan adam gitmiş yerine ne yaptığını bilen, en kısa sürede ve en kısa mesafede hedefine varmak isteyen bir kılavuz gelmişti. Suyu geçmek bile bu kadar mı dönüştürüyordu insanı? Yoksa değişen ve farklılaşan duyguları mıydı, aynı kalırken bedeni? Hem de bu kadar kısa bir zaman dilimi içerisinde…
Geriye dönüp asla bakmamıştı ‘yolcu’. Belki geriye baksa, adımları -hantal vücudundan beklenmeyecek ölçüde- atik ve çevik olmayacaktı. Bir ara, artık güvenli bölgeye geçtiklerini anladığında, yolcunun gözleri doldu. Tam ağlamaya başlayacaktı ki alt dudağını ısırdı, kendini sıktı ve yoluna devam etti yolcu. Aksi halde belki de ‘katarsis’ yaşayacak ve ağlamaktan yol alamayacaktı. Galiba, geride bıraktığı sevdiklerini ne zaman göreceğini bilmediği ve daha şimdiden onları özlediği için duygulanmıştı ‘yolcu’. Ayrıca, yıllarca devlet memuru olarak özveriyle çalıştığı ve defalarca uluslararası toplantılarda temsil ettiği ülkesinden böyle çıkmak ona ağır geliyordu belki de… Kimi zaman resmi heyet üyesi olarak, kimi zaman ise konferansta konuşmacı olmak üzere tek başına gittiği ve -geri döneceğini bilme rahatlığıyla- uçakla ayrıldığı ülkesinden şimdi böyle kaçak göçek gidivermek çok zor geliyordu bürokrat eskisi yolcuya. Herşeye rağmen kendisinin ve grubun selameti için sukunetini muhafaza edip adımlarını hızlandırdı. Bu arada, kıyıdan uzaklaştıkça azalan yağmurun boşluğunu gidermek için beliriveren gökkuşağı, sanki onlara güzel günleri muştuluyordu.
Vardıkları karakolda on güne yakın kaldıkları hücre her ne kadar pis ve yarı karanlık olsa da, yeni bir hayatın başlangıcıydı onlar için. ‘Yolcu’ ve arkadaşları, önden gidenlerden kalan cevşen kartlarını okuyarak ve ince seccadeleri üzerinde namazlarını kılarak vakit geçiriyorlardı. Başka mültecilerle birlikte gönderildikleri Birleşmiş Milletler (BM) kampında kaldıkları konteynırda da günleri yine güzel geçiyordu.‘Yolcu’ ve namaz kılan dört arkadaşına, L şeklindeki konteynırın kısa kenarındaki köşeyi vermişti diğer mülteciler,rahatça namaz kılıp ibadet edebilsinler diye. Gündüzleri cevşen ve Kuran okuyup biraz güneşlenip uyuşan bacaklarını telle çevrili alanda volta atarak açan ‘yolcu’ ve arkadaşları, akşamları ise kendi köşelerine çekliyorlardı. Aslında hep geç yatmaya alışık olduğu halde, her nedense konteynırda daha erken yatmaya alışan yolcunun uykuları, çoğu zaman bölünüyordu diğerlerinin horlaması, telefonla konuşması ya da ihtiyaca çıkmasıyla. İşte, böylesi zamanları da teheccüd namazı kılmak ve gece ibadeti için birer bahane olarak değerlendiriyordu ‘yolcu’. Konteynırda kaldıkları bir aylık sürede gecelerinin belki de birkaçı hariç hep teheccüd, gece ibadeti ve duayla geçmişti.
BM kampından ayrılacakları günün sabahında ise güzel bir rüya görmüştü ‘yolcu’. Rüyasında güya Yunanistan’daki zeytin ağaçlarıyla dolu bir bahçenin ortasında müstakil evlerindelerdi. Sevdikleri bir arkadaşının küçük kızları şöyle sormuştu yolcuya: “Fırat amca şimdi sen buradan Almanya’ya mı gideceksin, yoksa İsveç’e mi?”. “Nasip, hayırlısı…” deyip geçiştiren yolcunun aklında başka ülkeler vardı o sıralar. İsveç’i ise hiç mi ama hiç mi düşünmüyordu. Araştırıp İsveç’ten birilerine ulaşıp şartları sormayı aklına bile getirmiyordu. Acaba, suyun kenarında ettiği duayı da mı hatırlamıyordu ‘yolcu’?
Gördüğü rüyanın en güzel yanı ise Büyüğümüzün, yolcuyu ve ailesini ziyaret etmesiydi. Ama Hocaefendi’yi yolcudan başka hiç kimse görmüyordu. Yani, rüya içinde yakaza yaşamıştı. Mütevazi giyimli Hocaefendi müstakil evin merdivenlerine çökerken ‘yolcu’ da birkaç basamak aşağıya oturup başını Büyüğümüzün dizlerine koyup “Hocam, çok geç kaldık çıkmakta” diye dertlenmişti. Ama Hocaefendi, “Vakti saati böylemiş, hayırlısı buymuş” diye teselli edip sırtını sıvazlamış ve hatta başından öpmüştü. Tam da o esnada yolcunun aklına suyun kenarındaki o ızdırabı gelmiş ve “Allah’ım sıkıntımızdan haberdar et Hocamızı” temennisini hatırlamıştı. ‘Yolcu’ bunları düşünüp ‘acaba hissetti mi?’ diye düşünürken dizlerine sarıldığı Büyüğümüz de sanki onunla telapatik iletişime geçip “hissettim, size gelen her musibeti hissediyorum” şeklinde cevaplamıştı yolcunun aklındakileri. Nasıl hissetmesin ki? Asrın dertlisi o, herkesin sıkıntısıyla hemhal olup dertleniyor ve musibet isabet eden herkesin hâli onu da yakıyordu.
Rüyanın devamında Hocaefendinin yanında getirdiği hediyeleri teslim alan yolcu, hemen annesi ile eşinin yanına gitmiş ve “Görmediniz mi? Hocaefendi geldi, bize de bunları getirmiş” demişti… Belki rüya devam edecekti ama konteynırın dibine kadar gelen BM görevlileri isimleriyle onlara seslenince ‘yolcu’ ve konteynır arkadaşları hemen uyanmışlardı. Artık yola düşme vaktiydi. Hedef ise Atina’ydı.
Atina’da güzel insanlar ile birlikte kalan ‘yolcu’, iki kez daha Hocaefendi’yi görmüştü rüyasında, kaldığı evin mutfaktanterasa çıkılan, sonradan paravanla kapatılarak iptidai şekilde oluşturulan o ‘minnak’ odasında. Aslında, yolcunun kaldığı yamuk tasarımlı ev; terası olan bir yer değil de, mutfak ve banyosu ile birkaç odası olan bir teras gibiydi. Eğri büğrü koridorları ve tasarımı ergonomiden uzak odaları ile bu eski ev, Atina’da kiralanan ilk evlerden birisiydi galiba. Ama tüm bunlara rağmen kaldığı evi ve içindekileri pek bir sevmişti ‘yolcu’. Nice güzel evler görmüştü Atina’da ama o eski yamuk evi hiçbirisine değişemezdi. Nice güzel insanın gelip geçtiği evlerinin, Atina’nın en mübarek evi olduğuna inanıyordu. Dile gelse duvarları, anlatırdı belki içeride yaşananları… Okunan hatimleri, duaları, gözyaşları ile eda edilen namazları, teheccüdleri ve ev sakinlerinin telaşlı sesleriyle şenlenen odaları… Hele de yolcunun kaldığı o minnak oda. Sivrisinekler istila etse de, rüzgar yıkamasa bile oda arkadaşının horlamasıyla devrilecekmiş gibi olsa da, yolcuyu ve birlikte kaldığı oda arkadaşını sevgiyle kucaklayan terastan bozma iptidai oda.
Kimlerin gelip geçtiğini hiç kimsenin tam olarak bilmediği ama yolcunun kendisini oraya aitmiş gibi hissettiği o ev… Ülkesini bile pek özle(ye)meyen ‘yolcu’, sanki yıllarca orada yaşamış gibi hissediyordu kendini. Deneme yapıp olmayınca gate’den hüzünle dönüp geldiğinde, asansörün duvara sürtmesiyle irkilip yuvasına geldiğini anladığı an…İşte o an… Yolcuya ve birlikte kaldığı arkadaşlarına “üzülmeyinben varım, başınızı sokacağınız, bir çatı altında buluşup dertlerinizi paylaşacağınız yer benim”… diyordu sanki. Yolcunun ada ziyaretlerinden (!) sonra gelirken özlediğini hissettiği eski, yamuk ama mübarek ev…
Aslında bir çelişkiler yumağıydı o evde kalmak. Doğru düzgün bir ütüleri yoktu‘yolcu’ve ev arkadaşlarının, düdüklü tencereleri ise hiç olmadı. Ama kağıt kürek işleri için renkli yazıcı (tarayıcı)bile almışlardı kendilerine. Aslında o ev bir ana kucağı, baba ocağı olmuştu ‘yolcu’ ve diğer muhacir arkadaşlarına, kopupgeldikleri öz vatanlarndan… Öz yurtlarında ötekileştirilip zulme uğrarken Atina ve o mübarek evde belki de rehabilite edilmişlerdi. Belki de, tıpkı suyun kenarında bekleyip o güzel duayı etme kıvamına ulaştıkları gibi Allah da onları belli bir süre komşu ülkede bekletiyor ve zamanı gelip nasipleri kesildiğinde de bir Batı Avrupa ülkelerine geçişlerini sağlıyordu. ‘Yolcu’, kendisi için bir ‘okul’ olarak gördüğü o güzel günleri, evini ve Atina’yı özlemle anımsıyordu hep..
Ve, her güzel şey gibi, tam dört ay kaldığıo evve ev arkadaşlarıyla olan birlikteliğinin de sonu gelmişti. Yaz başında mezun (!) olduğu okuldan, geçiş ülkesine uçan yolcunun ‘gate maceraları ve anıları’ kadar heyecanlı olmasa da pek bir duygusaldı geçiş öyküsü… ‘Yolcu’ için suçsuz yere girip hapis yattığı cezaevinden tahliye olmak gibiydi gate’den geçip Atina’dan ayrılmak.Nasıl ki tahliye olduğunda kalbi geridekalanlar için kan pompalarkenyolcunun bedenine ve nasıl ki koğuş kapısından çıkarken ağlamak istediği halde kendisini alkışlarla uğurlayan masum tutsaklar kahkalarla gülerken bunuyapamamıştı… İşte aynen öyle de, gate’den geçip uçağa doğru yürürken de içinden ağlamak gelmiştifakat yine yapamamıştı bunu yolcu, dikkat çekmemek için.
Teker pistten ayrıldığında ise yolcunun gözyaşları boşalmıştı Atina’da bıraktıkları için. “Allah’ım, tez vakitte gönüllerine göre hedef ülkelerine ulaştır kardeşlerimi” diye dua etmişti ‘yolcu’ tüm benliğinle. Uçak bulutlara doğru yükselirken de sanki Allah’ın huzuruna varıyormuş ve amûdî şekilde yalvarıyormuş gibi olmuştu: “Allah’ım biran önce maphustakileri ve zorla kaçırılanları kavuştur bekleyenlerine”.
Uçak fobisi olduğu için pencere kenarı yerine hep koridor koltuklarını tercih eden ‘yolcu’, camdan dışarı kaçamak bir bakış attığında bulutların uçağın etrafında gelinlik gibi olduğunu görmüştü. O esnada kendisini hem ağlarım hem de giderim diyen ‘yeni evli gelin’ gibi hisseden ‘yolcu’, onabir nevi ‘ana kucağı, baba ocağı’ olan Atina’da kalmaya devam eden kardeşlerinden ayrıldığı için mi ağladığını yoksa yeni hayatının ilk anları için mi mutluluk gözyaşı döktüğünü bilmiyordu. Karmaşık duygular içindeydi… Ta ki, ağlamakta olan bir bebeği görünceye kadar. Annesinin kucağındaki bebek için de dua ediverdi, dua listesindekilere ilave olarak: “Allah’ım yolcunun duasını kabul edersin. Bu bebek büyüdüğünde güzel insanlarla karşılaşsın, hidayete ersin ve ailesine de vesile olsun. Ya Rabbi! İsimlerini saydığım ve unuttuğum tüm kardeşlerim geçip gitsinler gate’den, açılsın kapıları koğuşların, kavuşsun vuslat bekleyenler”…
Geçiş ülkesine inen ‘yolcu’ işte o anda anlamıştı gerçekten Atina’dan çıktığını. Sanki yeni doğmuş ama göbek bağı henüz kesilmemiş ve kendini anne karnında sanan bebek gibiydi uçakta yolculuk yaparken. Çünkü Atina’nın tozu toprağı vardı o uçakta, kordon bağıyla yolcuyu‘ruhen’ besleyen. ‘Yolcu’ için doğmak gibiydi gate’den çıkıp uçarak geçiş ülkesine inmek. Ne zaman ki telefonunu açıp ailesinin sevinçlerini görüp Atina’lıların da tebrikleri kabul ettiğinde, işte tam da o vakit anlamıştı gerçekten ülke değiştirdiğini. Rüya değildi, nihayet geçmişti gözünde büyüttüğü gate’den. Ve…Evlâdı yeni doğmuş ebeveyn gibiydi ‘yolcu’; şaşkın, mutlu ve bir o kadar da ürkek…
Geçiş ülkesinde dinlendiği günlerde yolcunun aklı hedef ülkeye geçmeye çalışırken kalbi ve ruhu ise hâlâ Atina’daydı. Aslında, belki de ‘zamanda yolculuk yapmak’ gibiydi gate’den geçip gitmek. Saniyelerin dakikalardan daha uzun olduğunu o zaman anlamıştı ‘yolcu’. Uzay zaman bükülürken bir anlık duymuştu… Ya da duyduğunu sanmıştı Atina’daki arkadaşlarından birisinin sesini.O yöne dönüp baktığında ise gördüğü,yolcunun hedef ülkene yolculuk yapacağı uçağın son yolcusuydı belkide…
Geçiş ülkesinde yolcuyu iki saat gecikmeli karşılayıp arabayla alan çocukluk arkadaşı ona sıkıca sarılıp ağlamıştı. Farklı dünyaların insanıydı aslında ama ‘yolcu’ ve arkadaşlarının yaşadığı zulmü reddeden bir duruşu vardı. Tam bir hafta dinlenmişti geçiş ülkesinde. Hem çocukluk arkadaşı ve onun ailesinin, hem de kendi ailesinin “burada kal, beraber iş yapın, birlikte yaşayın” tekliflerini gülümseyerek karşılamıştı yolcu. Çünkü onun bir hedefi vardı ve o artık “Kuzey Yolcusu” idi…
‘Yolcu’ için artık Atina günleri de geçiş ülkesindeki mola da bitmişti, nihayet yolculuk sona erip İskandinav limanına demir atmıştı. Ama aklında şu sorular dolanıyordu ve hiçbirisinin virgülü birbirine değmiyordu: “Acaba yolculuk nasıl geçmişti? Atina ve geçiş ülkesi günleri bereketli miydi? Razı mıydı acaba yolcudan Rabbisi, ev arkadaşları ile çocukluk arkadaşı ve geride bıraktıkları?”
Yeni geldiği Stockholm Telefoplan kampında bunları düşünürken Kuzey Yolcusunun aklına başka bir soru daha gelmişti: ‘acep İsveç Haziran’ında akşam, yatsı ve sabah namazı’ cem edilebilir mi?Kendine sorduğu bu soruya gülümseyerek tepki veren “Kuzey Yolcusu”, şu veciz sözlerin sahibi Ursula K. Le Guin’i de anmadan edememişti:‘Bir yolculuğa başlarken önemli olanın hedefe ulaşmak olduğunu sanırsın. Oysa ki, limana vardığında, esas önemli olanın yolculuk olduğunu anlarsın…’
Kısa süre kaldığı Telefon Plan’dan başka bir kampa transfer olan “Kuzey Yolcusu”, suyu birlikte geçtiği can yoldaşına 20 kilometre mesafede olduğu fark etmiş ve bunu da ‘can yoldaşının’ kabul olunan dualarına bağlamıştı. Anne ve babası olmayan, kardeşi ve hiçbir akrabasından destek görmeyen yoldaşının kendisinden önce Atina’dan çıkması için samimi dua etmişti “Kuzey Yolcusu”. Bunu hisseden can yoldaşı da daha ilkbahar başında gate’den geçip geldiği İsveç’te sürekli ona dua eder olmuştu. Atina’da bilet alırken görüntülü arama yapan can yoldaşı, daha geçiş ülkesini duyunca belli belirsiz dudaklarını kımıldatıp duaya başlamıştı. Belli ki, geçiş ülkesinin hedef ülkeye, yani İsveç’e vesile olması için samimi şekilde dua etmişti. Nitekim, geçiş ülkesindeyken de sürekli arayıp “Abi bilet aldın mı? Ne zaman geliyorsun” deyip hiç boş koymamıştı.
Kuzey Yolcusunun esas merak ettiği ise birkaç saat içinde akşam, yatsı ve sabah namazlarının kılındığı İsveç’te, can yoldaşının teheccüd vaktini nereden bilip o samimi duayı ettiğiydi? Bir gün akşam çay içerken Kuzey Yolcusunun şakayla karışık anlattığı bu ‘kabul edilen karşılıklı duaları’ zoom görüşmesinde dinleyen yaşı daha olgun bir abi ise “asıl sizler bizim kabul olmuş dualarımızsınız” demişti. Meğersem, İsveç’e arkadaşlarımız gelsin diye yıllardır dua eden eski abilerimiz, ablalarımız varmış. Bizler buraya ulaşalım diye yıllarca öncesinden duaya duran yaşça büyüklerimiz varmış. Bunları işiten Kuzey Yolcusunun aklına daha sonrasında ise Üstad’ımızın -Emirdağ Lahikasında ve 13.Sözün 2.Makamının Zeyl’inde geçtiği üzere- İskandinav ülkelerine olan işaretleri gelmişti.
Artık ‘kuzeyin de daha kuzeyinde’ olan ve Kuzey İsveç’te oturum almayı bekleyen “Kuzey Yolcusu”, bu yola çıkan herkesin ‘kendilerinden daha önceki Hizmet insanlarının (manniskor av Gülenrörelsen) kabul olunmuş duları’ olduğuna inanmaktaydı. Böyle olmalıydı, bizden öncekiler bizler için dua etmiş olmalıydı. Madem böyleyse, o zaman “Kuzey Yolcusu” için duaya durma vaktidir: “…Allah’ım! Suyun başında ettiğim duayı tamamına erdir. Oturum alıp ailelerimizle bizleri kavuştur. Burayı ve buradaki insanları bize sevdir. Bizleri de onlara… Senin rızanı kazanma, seni ve Peygamberimizi anlatma adına bize fırsatlar ver. Ta ki, İslam dini terör ve şiddetle değil, sevgi ve barış ile anılır olsun… Bizleri buna vesile kıl Ya Rabbi! ‘Ümmeti, ümmeti’ diyerek dünyaya gelen ve vefatı da yine duaları eşliğinde olan Resullullah’ın ümmetinden eyle bizi…”
Kuzey Kutup Dairesi çizgisinin az biraz güneyinde, ‘erkenden gurûb eden güneşin ışınlarının düşüp yansıdığı yarı donmuş göle bakan odasının penceresinden baktığı gökyüzü kızıllığından başını alıp bu anıyı yazmakta olduğu masadaki bilgisayarın ekranına’ çeviren Kuzey Yolcusunun dilinde şu ayeti kerime vardı: “…duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var…” (Furkan, 77).
İşte böyledir Kuzey Yolcusunun iki dua arası yolculuk öyküsü ve İsveç’e geliş macerasına eşlik eden kimi anıları…
Yusuf Fırat GALİP